ONLAR'A DAİR
lisede çok şey var konuşulacak...
ama geçelim onları.
onlar çok sıcak...
BEYAZ
ihtiyardı
beyazdı
bir ses duysa eskilerden ,çocuk gibi ağlardı
ve işte o zaman;
birkaç damla zümrüt, yüzündeki incecik kıvrımlardan kendine bir yol bulur, sert ve beyaz kıllarla bir çalılığı andıran bıyıklarından kayar, dudaklarının kenarlarında tuzlu bir tat bırakarak, oradan da yine gür sakalları arasına dağılır, çenesinden akarak,buharlaşıp yok olurdu,
ihtiyardı
beyazdı
büyük bir ustalıkla kitaplar anlatırdı
akşamları, meşe odunlarının beslediği tıfık etrafında toplanılır,bizi tarihin gizemli ve
yasak sayfalarının arsında yüz yıllarca
dolaştırır, Kaf dağının kuytu kıyılarında,
zaferler kazandırarak,tarih ganimetleriyle uykulara taşırdı,
ihtiyardı
beyazdı
onu gördüm göreli
dünyanın en büyük
en güçlü
en yakışıklı
en bilge
ve en beyaz babasıydı…
şimdi gittiği yerde
eminim yine beyazdır…,,
KİMBİLİR
Kimse okumayacak belki bu yazdıklarımı
Basıma girmeyecek belki tüm bunlar
Bu kitabı almayacak belki
üniversiteli bir genç kız veya oğlan
Dokunmayacak belki kitapçı bile
sayfalarına kitabın
Kitapçıya sorulmayacak “geldi mi “ diye
Ve parasını ödeyecek kimse olmayacak kitabın
Gelip eve açmayacak kapağını
“Sana bir kitap aldım “demeyecek sevdiğine
Ve olur ya yıllar sonra
Tekrar kitaplığı karıştırmayacak
“aldığım ilk kitap” demez belki.
Ama mutlaka okunacak bu satırlar
tıpkı şu an okunduğu gibi...
Bu kitap basılmasa da...
HİKAYE -BİR
kaçakçılar ki
geçiyorlar sınırları sınırsız
geçiyorlar
korkak ve cesur,
ve zorunlu bir uğraş
ve keyifli bir tedirginlik
onlar ki
olta atmış kan gölüne
bekleşir yavruları ağ gözeneklerinde
bir şalvar bekliyor oğlan
kızcağı bir kara şal
ve karısı;
bir koca,
1985
HİKAYE - İKİ
öptü cesedini hafiften yanındakinin
ve kapattı urbasıyla yüzünü
vurulan o da olabilirdi hani
irkildi birden
-uzandı makineliye-
teller geçilmeliydi çarçabuk
sonra
hazırdı elde bomba
ve bacağı kırmızıca öksürdü
geriye dönüp sürünmeliydi
-sarıldı makineliye-
bir şarkı okuyordu içinden
sessiz
hayır! belki de marştı
canı tütün içmek istiyordu ısrarla
tekrar döndü cesede
utandı
-baktı makineliye-
-tandır mıydı şu duman duman
ne güzel kokardı şimdi buğusu ekmeğin
bebeler duvar dibinde sidik, yalınayak
kızarmış , mendilsiz burunlarıyla
canı viski istedi birden
ve sol cebinden bir kadın düştü
-tükürdü makineliye-
kırıldı süngü
sürüldü çiçek namluya
ve sustu kurşun
babalık yaptı çınar söğüde
sarıldı asker askere ağlayarak
tütün uzattı denizciye piyade
ve ateşini istediler topçunun
halay çekeceklerdi şu potinler olmasa
su içip mataralardan
türkü çığırdılar bir ağızdan
alışılmadık
evde olası geldi bir an askerin
durdu
dipçiğini
miğferini yere vurdu
-çatladı süngü-
maketini düşünüyordu mutluluğun
-gülümsüyordu-
örüyordu saçlarını kız, yandan iki püskül
bir kuş cama bakıyordu
eli elindeydi genç kızın
-mutluluk soyunuyordu-
geçilmeden daha teller
kucakladı askeri kadın
ve bir gül açtı kırmızı
-kırıldı süngü-
1994
HİKâYE- ÜÇ
salı mıydı ,cuma mıydı, pazar mıydı
mart mıydı, mayıs mıydı ,eylül müydü
bin miydi ,dokuz yüz müydü ,yetmiş miydi
Özgür müydü
Ali miydi
Cemal miydi
bir kızı seviyordu kendince
-on altı mıydı-
şiirler dolaşırdı sokaklarda yalınayak
şu senin
bu benim
okutmadılar
sokak ortasında vurdular
koltukaltlarındaki kitaplarıyla talebeyi ,kitapsızlar
ve yağmur hala ağlıyor
ağlıyor
ağlıyor
evde bekleyen annesi gibi talebenin…,,
1975
HİKâYE- DÖRT
bir yıldız kayar gözlerimden derinliklere
avaz avaz sessizlik çınlıyor kulaklarım
köşe başında bir ateş,
-müşteri bekliyor orospu-
ve gençlik uykusunda
sevdiği erkeği yalıyor genç kız
-bekle
geleyim-
istasyon beğenmiyor radyoda komşunun yatalak oğlu
müziği hiç sevmez
ama inadına dinliyor
-gıcık.
bir yaprak düşüyor daldan
- sarı
karşı apartmanda bir kadın ,erkeğini arıyor
-iste
vereyim-
ah şu körpecik kızlar
çıldırtmak isterler oğlanları meme uçlarında
bir asker sevdiğini düşlüyor, ve ölüyor nöbette
bir mahkumun yok oluyor erkekliği
-öl
öleyim-
yutmuş bebek memesini annesinin
güneş bir eşkıya gibi iniyor kente
insanlar birer karınca oluveriyor birden
bir kadının suya değiyor kor ayakları
ateşini söndürüyor
-yan
- yanayım-
bunalıyorum gecenin sinsi karanlığında
ay kapalı giyinmiş bu gece
-günah çıkarıyor-
bu evler
bu yollar altında binlerce ruh ağlıyor
-gül
-güleyim-
1984
HİKâYE- BEŞ
birer yorgun şahindik avlarını yitirmiş
unutulmuşluğun kollarındayız şimdi
ve giyinip kuşandık yalnızlıklarımızı
anılarla sevişmekteyiz şimdi
dostlarımız vardı iki cihanlık
ve uğruna ateşlere koştuklarımız
oturup kendi kanımızı içmekteyiz şimdi,
1993
HİKâYE- ALTI
sabire;
evin küçüğü
kuyudan su çeker
“huu” çeker gibi pir sultanın
ve her gün üç vakit sular
hasangülleri’ni,
naneyi
hasan hasan kadifeyi
çiti kırmızıdır sabire’nin,
saçları başak
gülmez zeytin karası gözleri
küskün, dargın gamzeleri
öpemez Hasan
ortancasıdır münire
en çok ona takılır
en çok onu kızdırırdı Hasan
“minare ” diye
bir tandır yakar ki Münire
bir ekmek yapar ki Münire
bir elleri var ki Münire’nin
memleket gibi sıcak
memleket gibi güzel
memleket gibi tatlı
memleket gibi kurban olam elleri Münire’nin
ahh ! tutamaz Hasan
Suri;
evin direği
büyükleri kızların
yemekler, bulaşık, çamaşır
her ne varsa
evin tüm işleri
Suri bir dilber
Suri derya sabır
yani ince
yani temiz
yani beyaz
yani güzel
Suri işte!
Ahhh! göremez Hasan
Emine;
hasan’ların anası
anaların hası
seni Hasan’sız sevmeye utanırdım
gözlerime bakınca yanardım
sesine nefesim kesilir
kaçardım
bu kadar çok mu sever anneler çocuklarını
bilmezdim
hayretle bakardım,
(emine anne’me) 1984
HİKâYE- YEDİ
sabah kalkar bismillah
öğlene kadar dövüp durur hayatı
sonra biraz secde, biraz şükür
şahtır, padişahtır
girerken kenefe
sonra biriktirir akşama
biraz umut
biraz hüzün
eve dönerken biraz da isyan
hissettirmeden kendine bile
yine secde
bolca elham
sabah ola hayrola
1983
HİKâYE- SURKENT
arapşeyh, saraykapı,leylek bahçesi,alipaşa
daracık sokaklar o zamanlar
kara parke taşlar tabi ,sırt sırta evler
pencereler bir çay uzatımlık
bir “ huuu - komşuuu”
-çepeçevre surlar-
kadınlar o zamanlar
-erkekler erkenden
işleriyle savaşmağa giderken erkekler-
kadınlar o zamanlar
önce iç avlular, kenef –menef
kapkara, delikli karacadağ taş döşemeler
-sil sil beyazlamıyor ki anacığım-
sonra kapı önleri, dış merdiven
bir güzel yıkanır,
bir güzel süpürülürdü megnesle
her sabah erkenden
sonra kadınlar
-o zamanlar kadınlar-
kıç kadar kıç minderleriyle
ellerinde eh işte örgü- mörgü
oya - moya
biraz dedi
biraz kodu
ama bir güzel kardeşlikti be anacığım
-kapı önlerinde-
sonra
görmez öyle sokak- mokak kızlar o zamanlar
aman abisi görmesin filan
-maazallah-
ama bir güzel kokardı be diyarbekir
-
esnaflar o zamanlar
esnaflık alır, esnaflık satarlardı o zamanlar
-çok ta ucuza-
ulu cami ögü bir açık kahve
misafir muhabbet içer
kalkarken çay ödemezdi
surlar diyarbekir’i kucaklar
gülerdi
çay ögünde karpuzlar belek- belek
tablalarda kavunlar göbek- göbek
sarı- sarı gülerdi
kömürcüler çarşısından kömür gider
mangallarda ciğer olup geri dönerdi
yoğurtçular çarşısı beyaza boyanır her sabah
yoğurt- peynir köy kokardı
dört ayaklı minare ,çift kapı,fiskaya
yedi kardeş ,urfakapı ,sen u ben
sabah akşam suzan suzé ,kara köprü söyler
Dicle Nehri dinlerdi
-surkentim
acılar kalesi -
2004
GEÇER ZAMAN
efendim,
şimdi sene ikibin ler
büyüdük yani yani...
sakal- makal- kel- mel
kafeler, internet, düşük bel
ikiz ikiz bloklar,siteler ,alış-veriş yani
süper yani
mega yani
dershaneler, özel hoca, yarış atı
popstar, kurtlar yani,
yani medya
sonra alabildiğine magazin
- yaw komedya-
a!!! tam chet’ in ortasında bağlantı
hayır yani ayıboldu çocuğa
efendim ! şimdiki eğitim kalitesi
yeni projeler ürettik efendim
sebep beyblet’ miş canııım
“valla öyle diyor öğretmen hanım”
vah vaah! yedinci kattan öylece yere
olmaz efendim, gençliği anlayamıyoruz
“ne de şu gençlik kendini…”
ESMER BİR HİKâYE
bizim esmer köyde bir esmer kadın
yine bir esmer doğurmaktaydı alışagele
bir esmer akşamüstü
adam sa
esmer bıyıklarını yemekle uğraşmaktaydı
çıkageldiğinde bizim esmer oğlan
sonrasında esmer kızlarımız geldi peşisıra.
iş ti güç tü
çeyiz,
ev işleri filan derken
esmer- esmer oğlanlara varıp
bi güzelce esmerleştiler
sonrasında gelen bizim esmer kızcağızlar
ama asıl esmer oğlan
yani bizim esmer oğlan
sonunda amasya’da çakı gibi mehmetçik
“babacığım hal hatırım sorarsan…
-çok çok selam eder …
-pamık gibi ellerinden…
-annem nasıl babacığım ?…”
sonra teskerelendik hamdolsun
dağda şehit-mehit düşmeden
mezar- anıt dikmeden
ağıt-mağıt yakmadan…
gazilendik sadece..
ee ! artık esmer bir gelin gerek
sonra esmer doğumlar
esmer esmer bebeler
bıyık bıyık yemeler
yine asker olmalar
eller silah tutmalar…
“babacığım hal hatırım sorarsan…
-çok çok selam ederim …
-pamık gibi ellerinden…
-annem nasıl babacığım ?…”
hala esmer doğurur ,
bizim esmer köylerde
bizim esmer anneler
1999
ADAMIN HİKAYESİ
Gecenin karası mavi
mavinin içinde yıldız
yıldızın altında dam
damın içinde adam
adamın içinde hasret
içinde dert
içinde gam
adamın solu sıcak
elinde bıyık
soluna dönse adam
uçsuz bucaksız bir tarla
-ne fırtına kopacak-
sonra tohum
sonra can
sonra ne güneşler doğacak
Sabahın suları yeşil
yeşilin içinde gemi
gemi uzağa gider
orda bir kadın bekler
2009 YILI GAP illeri Cahit Sıtkı TARANCI şiir yarışması 2.liği
ELLERİN HİKAYESİ
çeksem ellerimden ellerimi
beş parmak
on parmak
bin parmak
milyon parmak
kıyameti olur ellerimin
adem’den beri bu eller
tufandan beri bu eller
isa’dan
musa’dan
muhammet’ten beri bu eller
çoğaldı parmak parmak
büyüdü mezhep mezhep
öldürdü kardeş kardeş
işte
toprakta
aşta
çatlak dudağında sevgilinin
saçında yavrumun
yorgun düştü savaşta
ateşi bulmasına buldu da tez elden ellerim
-kimseciklere rezil –ü rüsva olmadan
ve geceleri üşümeden
ve düşmanlara yem olmadan yaşarken
ateşi bulmasına buldu da tez elden ellerim
sonra insan etinde söndürmeyi de keşfetti
falakadan önce
-bu can da bizim, bu ten de-
ve sonra dedi ki ellerim
“atomu parçalayacağııız”
“bir güzel çoğalacağııız”
“ ne güzel savaşacağııız”
“ve içine edeceğiiiiz dünyanın”
ellerimden biri tapınaklarda
…“mizm”
…mizm”
…“mizm”
-ibadet – kurban-
duada diğeri ellerimin
biri firavunun cesedini saklarken ,
bulmağa çalışır diğeri
arkeolog orgazmı karbon testi
biri babil'in asma bahçelerinde sabah akşam duvar örerken
akşam sabah duvar yıkar bir diğeri ellerimin,
“medeniyet dediğin,
tek dişi kalmış canavar
-Var...
- Var...
İbrahim’e mancınık hazırlamakla meşgulken ellerimden biri,
diğeri ,
oduna ateş, ateşe odun
tüm dağlar kelli felli kuş uçmaz kervan geçmez
bir yandan su taşır söndürmeğe
ve bir yandan da üfürür de üfürür
-günahı kertenkeleye-
büyüdükçe ve çoğaldıkça ellerim
kirlendikçe ve büyüdükçe ellerim
bir kıtadan bir kıtaya köle taşımakta
satmakta
vurmakta
ve ırzına geçmekte Afrikalı kız kardeşinin
bütün çirkinliğiyle
bir yandan kaldırırken köleliğini
biri hala ortadoğu’da petrol zifiriliğinde
vıvık vıcık
ve alev – alev
ve ölüm- ölüm
“ ve ey ehl-i müslümaaaaan!!!!”
asırlardır sığındığın rahminden
çık ve utan..
Mezopotamya’da
yani Dicle ve Fırat kardeşlerinin
ama uzak ama yakın yerlerden gelip yorgun argın
ve nazlı nazlı
ve sevgi sevgi
ve kardeş kardeş
ve gürül gürül
ve bereketlice çağlayarak
başak başak devşirerek
medeniyetler kurarak ve yıkarak
ve çağları bir güzel atlayarak
kucaklaşarak
ve koklaşarak
buluştukları yere kadarki bölgede,
yani işte o Mezopotamya’da
Halepçe’de yandı ellerimin birisi
bebenin ağzındaki memeydi
hardal hardal kokarak
ve utanmayarak…
biri Nagazaki’de kaldı
biri Hiroşima’da
-ölü çocuklarla-
Arabistan’da, susuz bir çölde,
kör bir kuyu başında
terlemekte ve terini içmekteyken biri ellerimin
Ege’de, Akdeniz’de veyahut
Adalar’da havuz havuz, serin serin
ve içmekte buzlu buzlu
yeni rakı, Johnnie Walker,Cıhıvas Regal
o da yetmez be entel cahil
üstüne bira jilet bir elim,
diğeri Kudüs’te ağlama duvarını sular
sabah akşam timsah gözyaşlarıyla
utanç duvarları dikmekte utanmadan
ve ezmekte kafasını davut’un
ve oymak ister oturup gözünü Muhammed’in
kerpiç, beton, demir,
neşter, doğum, tabut ellerim
ya tutun artık ellerinizle ellerimi
veyahut çekin ellerimden ellerinizi
kopsun artık kıyamet
ve yeniden başlasın devr-i alem döngüsü ellerimde…
2004
O’NUN HİKAYESİ
“gemilerde talim var
bahriyeli yarim var”
kırk dokuz yaşımda bindim ben ilk gemiye
denizi olan bir kentte yaptım oysa askerliğimi
-piyadeydim-
bit filan avlamadım saçlarımda,
birkaç kez hafta sonu izinlerine bile çıktığım olmuştur hatta.
kardeşim öldüğünde benim
yani iki büyük benden
-ki ben yokmuşum daha yani-
annem ısrarla ve babam şehvetle istemişler beni
-kadir mevlam- kadir mevlam-
derken;
gel zaman, geç dokuz ay on gün
çıkagelmişim dal daşak cıbıl- cıbıl
sonra o ölen kardeşim varmış ya hani
çok çok severlermiş ya hani annem babam
adı kalsın diye bu şahane-i Cumat illerinde
bana münasip görmüşler adını ölmüş kardeşimin
işte sene altmış ikiler filan yani o zamanlar
babam imammış yani köy –möy
köy dediğin dağ taş
cıbıl toprak işte
tarla -marla hiç yok yani
birkaç susuz bahçe
birkaç asma verimsiz bağ
sekiz- on meyvesiz ağaç gölgesi yeter
sonradan yakılan bir o kadar meşelik filan yani.
milli şef - demırkırat- inkılaplar filan işte o zamanlar
hepsi o kadar
sonra
hatırladığım birinci sınıf Ergani’de
gelmiş Aşık Veysel- Veysel
okumuş türkü- türkü
demiş ki; uzun ince bir yoldayım
ben aynen altıma
-çok sıkıştım be abi-
sonra, bizim köyde
yani bizim değil de başkasının köyde
başkasının ama biz de orda öylece
orda yani biz de babam
-babam imam-
trenleri çocukluğumun bir bilseniz
ilk sevgilimdi benim kara kara
ciyak ciyak ağlaşan
her gün
ama her gün sevgilimi karşılar
el sallardım vagonlara ,
biraz şapşal, biraz aşık
ağlayarak geçer giderdi
biraz ağır, biraz yorgun
hıçkırıklarında boğulurdu tünellerce…
bir de uçakları vardı çocukluğumun
-uçaklara küstüydüm sonra –
ortaokula başlarken ben
-köyden indim şehire-
ben artık arabalara sevdalandım, trenler ne ki
her gün buluşup sevişirdik sokak başlarında
rengarenk dört teker
-otomobil uçar gider-
tüylenmesine sarı bıyıklarımın
ve bana “abi” demeleri çocukların
en hoşuma gidenlerdi
bir de
sınıftaki esmer kıza yazıp ta
hiçbir zaman veremediğim
o aşk mektuplarım vardı benim,
- tüm sevdalılar gibi.
lisede kayda değer çok şey var yazılacak.
ama ,geçelim onları.
onlar çok sıcak...
yüksekokul beklediğim kadar yüksek olmasa da
kapısındaki ineklerden önce mezun olup
öğretmen çıkmışım Siirt’ten
öğretmenliğimin ilk günü yani çocuklar
mavi – mavi
kahve – kahve
ela gözler yani çocuklar
esmer- esmer
çoban yanığı çocuklar
karatahta
plan -kitap
kalem- defter yani çocuklar
ben titrerim heyecan
çocuk bakar merak merak
gögercin, özgecan ,aybalam
sonra derken günün birinde bir gün
dünya evine girdim evsiz ve törensiz
ve Temmuz'lardan bir Temmuz
günlerden yirmi dört geldi canımın içi
-peace kızım-
farkına varamamışım büyüdüğümün
o büyürken
küçüldük biz
anne baba
oğlum çıkageldi derken ekim- ekim
-sarı kıvırcık
Ozan’ım
ikinci baharım
-çok bahtiyarım-
ve küçük kızım sa
-Ezgi Revşen-
yaşlandığımı vurdu yüzüme gülerek
ezele-ezele-minik ezele
-babasının kıdısı-
ve ben her gün biraz daha yaklaşıyorum babama…
MASUMİYETİN HİKAYESİ
İstanbul'da bir afişteyim rüyamda
üzerimde cesetlerden bir zırh
ve tüm savaşların kanı var saçlarımda
Mezopotamya’lı bir kadınım oysa ben tüm doğurganlığımla
medeniyetlerin en ücra ve en son kum tanesine kadar
yudum ve eledim günahlarımı
şimdi saçlarımda güneş, eteklerimde toprak
ve ellerimde bereketi geçmiş asırların…
bu topraklar ki acılar bohçası
dikerim , dikerim yama tutmaz
dökülür orta yere yaralarım
gayrı bunun yok çaresi
ah be Anka kuşum
“nesini sevem ben yalan Dünya’nın”
ağzımda çiğnediğim cesetlerin kokusu
yaktığım dağlar
kestiğim meme uçları kadar
masumum !!!!
sol yanını sıcak tut
ki göğüslerin döş kalsındır…
1999
CENAZEMİN HİKAYESİ
aha dalda yaprak
yaprakta tırtıl
yaprağımı kendi mideme
-ağıtımı ben yakarım-
sazımı kendim kırar
ipimi de ben boynuma
yılanımı ben aldım koynuma
bir ürkek serçe
bir hain keklik
lal bir papağanım ben
bir peri masalı renkli camlar
afiş afiş orospu pazarı
rotatiflerde kanım mürekkep
ve uykuda ve namazda
ve doğumda ve ölümde
hep ben öndeyim
önüm -arkam, sağım -solum puştluklar
sırtımdan vurulurum en acısı
öyle kuytuyum ki ben yani yani
değdikçe yok olur, değdiğim yerler
tekmili taziyem geçer
sonra cenazem
CESEDİN HİKAYESİ
Ben de masumdum her çocuk gibi çocukkene
sonra
hep ağlardım ben oyuncaklara
ben ağlardım oyuncaklara
annem döverdi ellerimi ellerimi
-oyuncaklar gülerdi-
en güzel ben indirirdim camlarını pencerelerin
oh ,bir güzel
sonra batardım cam kırıklarına ,tepeden tırnağa
ben batardım cam kırıklarına tepeden tırnağa
babam kızardı ellerime ellerime
-camlar gülerdi-
en güzel ben severdim en güzel kızını mahallenin
çaktırmadan
sonra
ben severken en güzel kızını mahallenin çaktırmadan
o hep kızardı yüreğime yüreğime ulu orta
-yüreğim yanardı-
bir gün bıçak kestim bir yerlerimi
üstüm başım ebem kuşağı
yitirdim can kırığı bilyelerimi sokak arasında uluorta
fena öldürdü beni piç birileri
o gün baştan aşağı
fena öldürüp te beni piç birileri
basıp ta cesedime cesedime kaçarak sokak arasından
bakamadı gözlerime
-güler diye cesedim-
2003
HEVSELİN HİKAYESİ
“köprü altı kapkara
Suzan gel beni ara”
Dicle'nin bir yanı Suzan
Dicle'nin bir yanı Hevsel
gece vakti uykuları bölerek
yılan yılan geldiler Suzan
Karaköprü,Kırklardağı,
kanayan yaram Dicle
ezdiler Hevsel'i bahçe bahçe
ağaç ağaç
dal dal
yaprak yaprak
sormadan Yedikardeş'e
-ağladı Hevsel-
işte böyle on bir gün on bir gece
Hevsel'i potin potin
Hevsel'i silah silah haramiler
koklamak için değil
yolmak için yapraklarını gülüm
didik didik ettiler
-ağladı suzan-
2004
GECENİN HİKAYESİ
geceydi ve karanlıktı
şiir pişirmekteydi kadın günün kırıntılarıyla
adam sa hastaydı ve ateşlerdeydi
ve ılık bir şiir dökünüyordu ıslak ve çıplak
-ve sıcak-
geceydi ve karanlıktı
adam şiir devşiriyordu nasır yorgunluğuyla
Kadın sa hastaydı ve doğumlardaydı
ve ılık bir avaz dökündü kadın ıslak ve çıplak
-ve sıcak-
geceydi ve karanlıktı
çocuk yas tutuyordu kırılan oyuncağı peşi sıra
bir bahçe dökündü çocuk yeşil ve yaprak
- ve oynak
MAVİŞİM
gözlerimin mavişinde umudum
yaşam ve şiir
-belgesel tadında -
2004
GÜLMENİN HİKAYESİ
seni gülerken görmek
bir ceviz ağacına…
narı kırarcasına…
çağlayanlarda çağlamak …
seni ağlarken görmek
ayrılık gibi
seni gülerken görmek
yıldız kaydı dilek tut…
bebek baba mı dedi….?
annem saçımı tarar…
seni ağlarken görmek
ayrılık gibi…
seni gülerken görmek
babam bana oyuncak…
öğretmenimden aferin…
bak postacı geliyor…
seni ağlarken görmek
ayrılık gibi…
seni gülerken görmek
cumartesi kahvaltı…
dostlarla bu gün okey…
uç-uç böceğine bak…
seni ağlarken görmek
ayrılık gibi…
2004