top of page

KARNI ŞİŞMAN UZUN SOPA

Yine sene 1968 veya 69 yılı olacak. Ergani’deyiz yine.

Hani köy imamı olan babam seçimlerde köye muhalefetlik yapıp köyden kovulmuştu ya, işte o zamanlar.

Annem kardeşin de gelsin diyor beni abimin peşinden ittiriyor, abim de götürmek istemiyor, beni anneme geri ittiriyor. Zaten ne zaman peşinden gitsem illet olurdu.

Halbuki abimin ereye gittiğini bile bilmiyorum. Niye beni göndermek istiyor annem, o nu da bilmiyorum. Abim neden beni istemiyor, onu hiç bilmiyorum. Ama annem ısrarla kardeşin de gelsin diyor.

Sonunda annem baskın çıkıyor. Abimin peşi sıra koşturdukça, abim daha da hızlanıyor yetişmeyeyim diye. Salya sümük, nefes nefese, ve ağlayarak peşinden  koşuyorum. Ve nihayet okulun bahçesinde yakaladım abimi.

Okulun bahçesi kalabalık. Abimi tam kaybetmek üzereyken,  abiliği baskın çıktı bu seferlik. Kolumdan çekiştirerek, söylene söylene, biraz da mıncıklayarak okulun içine soktu. 

Salonda çocuklar kimi yere oturmuş, kimi tünemiş şekilde yığılmışız. Abimle ön sıralara kadar kaydık. Ya gerçekten çok kalabalık ya da salon küçük, bana çok büyük ve dolu görünüyor.

Derken, bir adam, kafasında lengere benzer bir şapka, ve elinde karnı şiş uzun bir sopa olan başka bir adamın kolundan tutup, ortadaki sandalyeye getirip oturttu. 

Uzaktan bakınca, sandalyedeki adamın yüzü , komşumuz Zülfikar amcanın yüzü gibi buruş buruştu. Yetersiz ışıktan mıydı bilmem ama, sanki gözleri de yoktu gibi.

Bir şeyler konuştu önce, ama uğultudan pek bir şey anlaşılmıyordu. Sonra başka bir adam gelip çok konuştukları için oradakilere çok kızdı. Kızan adam kızınca ortalık biraz sessizleşti. Sandalyedeki adam yeniden bir şeyler söyledi.

Sanki  gözlerinden, hastalıktan filan bahsetti. Ya da bana öyle geldi. Sonra adam elindeki karnı şiş sopaya eliyle vurmaya başladı.

Vurdukça güzel sesler çıkıyordu ,güzel sesler çıktıkça daha da vuruyordu o karnı şiş sopaya.

 Sonra bir şeyler söyledi sopaya. Uzun muymuş ince miymiş bir şeyler.

Sonra adamın sadık diye bir arkadaşı varmış. Sadık yârim dedi çünkü.   

Kara toprak dedi,  uzun ince bir yol varmış, adam gece gündüz gidiyormuş.

Abime dedim ki ,abi bu adam madem görmüyor, niye gece gündüz gidiyor ki. Dedim. Abim dirseğiyle böğrüme bir indirdi, sustum. Zaten istemeye istemeye getirmiş. Bir de soru sorunca kızıyor abim. Ben de sustum.

Bir ara sıkıştım, çişim geldi. Abi çişim geldi dedim, altına yap dedi.

Ben de yavaştan bıraktım. Önüme baktım akıp gidiyor. Ne bileyim alıp başını gider de önümüzde yılan gibi kıvrılacak. Kimseler görmesin diye çişimin üzerine iyice oturdum.

Sonra o adam yine bir şeyler konuştu. Gelip yine kolundan tutup götürdüler. Acaba yanlış bir şey dedi de mi alıp götürdüler diye sordum abime, bir dirsek daha yedim yandan yandan. Abime de bir şey sorulmuyor ki.

Sonra herkes çıkmaya başladı salondan. Abim de kalkıp beni çekiştirmeye başladı, ama ben gidemem ki, kalksam altıma yaptığım görünecek. Abim anladı zaten, altıma şöyle bir baktı, önce bir tükürdü suratıma, sonra bir dirsek, sonra çekiştire çekiştire beni çıkardı dışarı. Arkama dönüp baktım, ıslaklık ta peşimden geliyordu.

 Okuldan çıkana kadar abim dayandı. Sokak arasına girer girmez yapıştırdı tepiği. Sonra söylene söylene yürüdü. Ben arkasından koşuşturmaya çalışıyorum. Yine hem ağlıyorum hem de yetişmek için koşturuyorum nefes nefese, yetişemiyorum...

Yıllar sonra Aşık Veysel’den söz edilmişti bir yerlerde bir şekilde. Hele hele sesini duyunca ve resmini de görünce, o lenger şapkalı, yüzü buruşuk ve gözleri yokmuş gibi, elindeki karnı şiş uzun sopalı adamı hemen hatırladım.

Gelmişti Aşık Veysel, çalmıştı türkü türkü, söylemişti uzun ince, sadık yârim, kara toprak…👇👇

"Ben gidersem, sazım sen kal dünyada.."

bottom of page