top of page

ÇOCUKTUK

Yaramazdık ama masumduk.

Aklımıza  giren şu abilerimizin dolduruşuna gelerek, köyün yamacına yaslandığı dağa tırmanır, patikalardan geçerek karayoluna ulaşır, pusuya yatardık.

Gerçi o zamanlar öyle vızır vızır işleyen yol da değildi hani. Tek tük kamyonlar, parmakla sayılacak kadar otobüs, birkaç tane de zengin otomobili.

Bazen de , o zamanki üniversite gençliğinin havası olan  Jawa motosiklet geçerdi yeri göğü inleterek.

Birimiz yolun bu başına, diğerimiz diğer başına geçer gözcülük yapardık gelen giden araçlar varsa.

İki kişi de, bazen üç, dört te olabiliyorduk, kilometre taşlarını yerinden sökmek için var gücümüzle çalışıyorduk.

Yok mu hani şu her yüz metrede bir konan yaklaşık bir metre uzunluğundaki, yolun gidişine göre sağdakilerde kırmızı, soldakilerde beyaz reflektör olan taşlar.

O zamanlar bu şeyler içinde bir parmak kalınlığında yaklaşık bir metre uzunluğunda inşaat demiri vardı. Dışı da betondu. Şimdikiler işe yaramaz malzemeden yapılmışlar bir dokunsan elinde kalır.

Gözcüler yolu kollarken, diğerleri var gücümüzle abanıp, o tarafa bu tarafa iyice yüklenip, yuvasını gevşetirdik. İyice yüklene yüklene , bu taşları yerlerinden sökerdik. Üç-beş tanesini yıktıktan sonra, kuytu bir yere gidip, başlardık bunları taşlamaya, betonu kırmaya.

Tabi bütün bunlar öyle kolay değildi. Bayağı yorardı bizi. Kaldırabileceğimiz kadar ağır taşları, vura vura parçalanan beton içinden demirler çıkardı parmak parmak.

Sonra tekrar kimseciklere yakalanmadan dikkatlice demirlerimizi alıp, sağı solu kollayarak, gerisin geri köye gelirdik.

Dedim ya Abilerimiz vardı bu işleri bilen, ve bizi yönlendiren.

Onlar da zamanında abilerinden öğrenmişler. Biz de bir zaman sonra abi olup, yönlendireceğimiz günleri bekliyoruz.

İşte bu abiler, birer demir karşılığında, bu demirlerimizi traktör pulluklarındaki deliklerde ustalıkla evirip çevirip, direksiyon, tekerlek ve kamyon kasası gibi şekiller vererek, yaklaşık bir metre uzunluğunda, 30 cm genişliğinde ve bir o kadar yüksekliğinde oyuncak kamyonlar meydana getirirlerdi.

Sonra değişik renklerden ince kablolarla-  ki bu kabloları nerden temin ederdik , bakın şimdi hatırlayamadım – bu kamyonları süslerdik.

Nerelerden bulu yorsaydık, onu da hatırlayamıyorum, iri iri boncuklar, süslemeler, hatta hatta delikli taşlar filan olurdu, ne buluyorsak Hindistan kamyonları gibi renga  renk donatır ve yarışırdık.

Bir gün yine deneyimli abilerimizin yönlendirmeleriyle, biz beş kişi yine o Diyarbakır Ergani, karpuzlu geçidinin Ergani tarafına işe çıktık.

Her gidişimizde taşlar yeniden koyulmuş olurdu. Biz de sanki tarladan topluyormuşuz gibi hep aynı yerde avlanıyorduk.

Derken ikinci taşı indiriyorduk ki, turuncu bir araç beliriverdi yanımızda. Pusuya mı yatmışlardı bilmem ki..Gözcü arkadaşlar farkına varıncaya kadar enselendik.

Zülkif le Süleyman kaçabildiler. Ben , hüseyin, ve Esweri yakalandık.

Ağlıyoruz, çırpınıyoruz, mümkünatı yok, kurtulamıyoruz ellerinden.

Koydular bizi turuncu Pikabın kasasına götürecekler.

Araç hareket eder etmez Hüseyin de atladı, kaçtı kurtuldu.

Ben korkudan atlayamadım bir yerime bir şey olur diye, Esveri de kilolarından dolayı atlayamadı garibim. 

Sonra hangi köyden olduğumuzu sordular.

Yukarı Karpuzludan dedik.

Ben köy imamının oğlu, Esveri de muhtarın oğlu olunca, bir güldüler , bir güldüler.

Bir tanesi yerlerde dizlerini dövüyor güle güle.

Diğerinin gözlerinden yaşlar..

İmamın oğlu ve muhtarın oğlu…

Neyse ki  muhtarı tanıyorlarmış en azından.

Köy meydanında kadınlar hariç, bütün köy, genci yaşlısı, çocuğu toplandılar karayolu turuncu pikabın başına.

Pikap kasasında  ben imamın ve Esveri muhtarın oğlu.

İndirmeden öyle teşhir ettiler bizi bir süre..

Sonra suç ortaklarımızı da söyledik, onları da topladılar.

Ama hiçbirimizin aklına o elebaşı, bizi yönlendiren abileri söylemek gelmedi.

Bir güzel azarladılar, bir güzel güldüler, bir güzel çaylarını içip bir güzel turuncu pikaplarına binip gittiler.

Çocuktuk.

Yaramazdık , masumduk…

Ama çok mutluyduk…

bottom of page