top of page

      YİTİK YAŞAMLAR

 

​ 

Huzur Evi

 

         Tarihi şehri saran surlar, yer yer dökülmüş, yıkılmış, burçların bir kısmı yarım yamalak, gelişi güzel ,sözüm ona restore edilmiş gibi görünse de, yine de mağrur ve gururla ayakta kalmaya çalışmaktaydı. 

         Surların dibinde, oynamaktan çok, didişen, bağrışıp çağrışan çocukların sesleri yankılanıyordu. Ve onlar, babalarının, annelerinin  hayat koşuşturmalarını sanki hiç bilmezlermiş gibi, sanki hep bu yaşta, bu zamanda, ve bu oyunda çakılı kalacaklarmışçasına , hayattan bihaberlermişçesine kaptırıp, çöplük olarak kullanılan,  tinerci, sarhoş ve berduş mekanı haline gelmiş sur kovuklarında, arta kalan yiyeceklerden nasiplenme kavgasına girişen sokak itlerinin hırlaşmaları ve dalaşmaları arasında  oyunlarına dalıp gidiyorlardı. 

          Surların hemen karşısında, var olup olmaması kimsenin umurunda olmayan Ali Paşa Huzurevi bahçesinde, yaşayıp yaşamadıkları da  pek kimsenin umurunda olmayan  yitik yaşamın sahipleri  üç beş yaşlı, Güneş’in tadını çıkarsınlar diye çalışanlar tarafından  duvar dibindeki banklara iliştirilmişlerdi. Ve hepsinin başı ya ellerinin içinde, veya geriye kaykılmış halde banklara dayanmış, hırıltıları da olmazsa , sanki hiç yaşamamış gibi, ve bambaşka bir Dünya’dan gelmişler gibi, rengi solmuş, dikişleri patlamış elbiseler içinde , birer ölüymüşler gibi öylece duruyorlardı.          

     

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ali Paşa Camisi

                                     

  Huzurevine sırtını dayamış ,azametli bir şekilde gökyüzüne bir mızrak gibi sokulmuş minaresiyle, yer yer yırtılmış, sökülmüş, çalınmış kurşunlarıyla kaplı yer yer çıplak gibi görünen  kubbesiyle,  kara ve beyaz Karacadağ  taşlarından bilmem hangi tarih ve bilmem hangi sultan han tarafından bilmem kim adına bilmem  hangi mimar tarafından yapılan Ali Paşa Camisi avlusunda, ikindi namazını müteakip duvar avlusunun Güneş alan kuzey duvarı dibine, mekana saygıdandır tabi ki ,   gayet   hürmetkar bir biçimde çömelmiş bir şekilde sıralanan birkaç ihtiyardan oluşan cami cemaati ,ilkbaharın o cömert Güneş’inden faydalanırken, kim bilir, belki gençliklerinden , veya artık göremedikleri ve özlemlerinden kavruldukları, ama bir o kadar da kızgın, oldukları çocuklarından, belki  daha dün vefat eden arkadaşlarından, hayatın sıkıntılarından, zamdan, ve yahut,artık bu Dünya’yla ne işimiz kaldı mirim yaklaşıyor bizim de yolculuğumuz dan   bahsediyorlardı… 

   Kim bilir, belki romatizmalarından, veya evde yatalak yatan , her  gece acı iniltilerine  dayanamadıkları yılar yılı  aynı yastığa baş koydukları hayat arkadaşlarından . 

    İşi cemaate namaz kıldırmak olduğu gibi , aynı zamanda ,bakkaldan ortaklaşa aldıkları naylon topla oynayan çocukları söylene söylene  cami avlusundan kovmak olan  cami imamı . Ve sanki yıllardır sırf cami imamına  eziyet olsun diye  ,kovuldukça daha da çoğalarak gerisin geri cami avlusuna namaz kılmak için değil, oynamak için doluşan çocuklar.   

     Ötede, cami avlusunun dış kapı tarafındaki köşedeki Kur-an Kursu kapısında, solmuş beyaz renkli terlikleri başlarında erkek çocuklar, ve muhtemelen sadece kursa geldiklerinde başlarına taktıkları eşarplarıyla kız çocukları  kurs hocalarını beklerken, bir yandan da çocukça muziplikler  yapmaktan geri kalmıyorlardı... 

                   ​ 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Avlu

 

Huzur evininin arka duvarına yaslanan cami sokağından yaklaşık yüz metre kuzeye doğru çıkılınca, ikiye ayrılan yolun tam karşısında, tek katlı , mavisi yer yer dökülmüş, bilmem kaç yıllık tahta kapısı ,açılıp kapanmalara, yağmura, sıcağa , ve rüzgara karşı koyarak, yine de gelen konuklarına güzel görünür, avludaki insanlara büyük bir güven vermekteydi.  

  iki basamak inilerek avluya girildiğinde, hemen sağda ,bir kişinin zor hareket ederek sığabileceği, tavanı olmayan , sadece tuğla duvarlarla kapatılmaya çalışılmış bir tuvalet. Hemen iki adım ötesinde çimentodan hafif iliştirilmiş havuzcuğu, ve kırmızı rengi solmaya yüz tutmuş tulumbasıyla bir kuyu.  

Kapının solunda ise, yaklaşık beş metre uzunluğunda ve  bir metre kadar genişliği olan, avludaki haneler tarafından odunluk olarak kullanılan , duvarsız , kendiliğinden oluşturula gelen bir bölüm. 

  Avluyu çepeçevre saran, tuğladan ve  yer yer siyah bazalt  taşlarından  eğreti duvarlarla örülmüş, tavanları , uzunlamasına duvar üstlerine konulan kavak ağaçlarına tahtayla desteklenip, üzerine kuru saman konulduktan sonra toprakla kapatılan, ve her yağmur sonrası mutlaka damlayan, ve damlamaması için hemen hemen her gün samanlanıp   taş silindirle sertleştirilmesi gereken damlarıyla  tek gözlü odalar. 

     Odalar. Ve çoğu kilitsiz, korumasız, belki daha fazla gün ışığından faydalanmak, veya belki de daha estetik dursun diye ustası tarafından bir jestle ,üst bölümü buzlu camla onurlandırılan oda  kapıları. 

Kapının hemen arkası banyo yapılabilsin ,veya alel acele su dökünülsün, veya yemekten önce eller yıkanabilsin diye, yayvan bir şekil verilerek gelişigüzel bir betonla şekillendirilmiş bir metre karelik çimento bölüm.  

Avluya bakan duvarda, içeriyi aydınlatan  yaklaşık bir metreye bir metrelik bir pencere, tavanda , aydınlatsın ama oldukça da tasarruf yapabilsin diye solgun ışıklı, altmış mumluk bir ampul , her üç duvarda da içeriye doğru gömülmüş, raf veya dolap görevini yapabilecek şekilde duvarları olan  çok amaçlı odalar.  

Ve bu beşe  dört  metrelik odalarda kalanlar ,tüm ev hayatını sığdırmak gibi bir başarı sağlamaktaydı. Ve bu  küçücük ama kocaman odalarda  acılar bal eylenir, mutluluklar paylaşıldıkça çoğaltılırdı. 

    

Diyarbakır’ın Ali Paşa, Melikahmet, Leylek ,Arapşeyh, Saray Kapı  gibi mahallelerin çoğundaki evler ,Karacadağ taşı dedikleri bazalt  taşlarından yapılmıştır. 

 Çoğu tek katlı ve çok odalı olurlar. Evlerin çoğunda bodrum katı vardır, ve çok serin olduğu için, genellikle kiler amacıyla kullanılmaktadır. Ama en önemlisi, avlunun ortak yaşam alanı olması, ve odaların , avluyu çepeçevre sarmasıdır. 

Bu evlerde genellikle ataerkil toplumun gereği anne-baba, dede-nine, ve diğer çocuklar kalırlar. Ama bazen de , köylerden, kasabalardan çeşitli nedenlerden dolayı ayrılan ve büyük şehre iş, aş ve yaşam umuduyla gelen küçük-büyük,az çocuklu, ama yine de genellikle çok çocuklu aileler tarafından paylaşılmaktaydı.  

Her odada ayrı bir aile olurdu, bazen  aynı girişi ve aynı tuvaleti kullanan beş- altı ailenin bir arada yaşadığı olurdu. Çoğunun kan  bağları olmazdı, ama bir aileymiş gibi yakınlaşırlardı. Yaşlı, orta yaşlı, genç, yeni evliler, tümü, aynı avluda “yarin yanağından gayrı”* paylaşılırdı. 

İşe gidemeyecek kadar  yaşlı, hasta veya işsizler, gün boyu dış kapı aralarında söyleşir, dertleşirler .Diğerleri, yani eli iş tutanlar, veya işi olup ta, bir parça şanslı sayılanlar, kimisi  sabah el arabalarını alıp hamallığa, kimi inşaat işine, kimi gündeliğe , kimi kahvede çalışmaya , kimi de ,yıllardır ne iş yaptığı bilinmeyen, “ne iş olsa yaparım abi”lerin kaldığı avlulu evler. 
Eve ekmek için savaşmağa giden erkeklerden arta kalan genç kızlar, gelinler ve kadınlarsa, kara kara taşlı avluları yıkayarak, onlarca kişinin kullandığı keneflere kova kova su dökerek, çocuklara kahvaltı niyetine ekmeğin yanında  ucuz zeytin  ve yağda yumurta katarak, yaşlı anne- baba-kayınpeder-kaynanalarının istek ve emirlerinde, hizmette kusur etmeyerek tüm genç kızlıklarını, gelinliklerini geçirdikleri bu avlular, geceleri ne kadar sessiz ve yaslıysa, gündüz de o kadar hareketli ve yaşam doludur. 

Ta ki akşam erkekler gelip te, akşam yemekleri “Allah ne verdiyse” oda oda tabaklar dolaştırılıp, paylaştırılıp yendikten sonra, elini çabuk tutup birkaç bardaklık çay demleyen gelinlerin çayları avluda serilen bir kilimde toplanılıp içilip, çayı demleyen geline bir iki güzel sözle gönlü hoş edildikten sonra, ”hadi sabah erken kalkılacaktır” “Allah rahatlık versin”dir  ,“yatalım artık” denilip, hayata bırakılan yerden tekrar başlanırdı. 

                                                 

  

nazım hikmet'in “kosmos'un kardeşliği adına” isimli şiirinde geçen bir mısradır. kardeşliği simgeler, sevgiliyi yüceltir. 

  

  

​ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Samet

 

-yirmi yaaap.İkisi demli. 

Sol  elindeki tepsiden  çay bardağını tabağa bıraktı. Yanına iki kesme şeker katıp masaya koydu.  

Okey oynayanlara, pencere dibindeki alçak masanın yanındaki kürsilere oturup domino oynayan yaşlılara,hararetli hararetli hayvan pazarındaki pazarlıklarından söz eden cambazlara çay verirken, aklı babası ve annesinin  sabah dediklerindeydi . 

”bir ayağımız çukurda oğlum.artık evlensen diyoruz “ 

Yandaki nezere oynanan masaya da çayları bıraktı. 

.”Hem kardeşini de düşün.” 

“Bana da çay versene Samet” 

“Ne zaman kadar böyle devam edecek?” 

Boş tepsiyi ocağa bıraktı 

“Bak kızın talipleri de çoğalmış” 

“üç yap.Demli” 

” Babası fazla bekleyemem diyor.” 

“bi sigara versene” 

“Saliha’yı  başkasına mı ?” 

“Hem  bize bir şey olursa kardeşin sokaklarda kalacak” 

“pencereleri açın yahu. Boğulduk.” 

“Yarım akıllı zaten” 

 

Samet kahvehanede markacılık yapardı. Eniştesinindi kahvehane. Marka başına ücret alırdı. Eh işte. İşim var denirdi bu durumda. Buna da şükür.                     
.İçerdeki sigara dumanından dolayı , o da içmiş kadar oluyordu her gün. Annesi de “sigaraya mı başladın oğlum” diye sorardı her gün . Artık  duymamazlıktan geliyordu.  

Samet askerlikten önce de bu kahvehanede sigara  içmeden, içmiş kadar olarak markacılık yapıyordu, askerlikten sonra da bu kahvehanede sigara içmeden içmiş kadar olarak markacılık yapıyordu. 

Evin ortanca oğluydu Samet .Uzun bolu zayıfça bir çocuktu. Askerliğini bitireli üç yıl oldu. Yirmi yaşında olduğu halde otuzlu yaşlarda gösteriyordu. Erken yaşta asker gitmesinin de payı vardır yıpranmasında. Babası iki yaş büyük yazdırmıştı her nedense. Daha on sekizken gerçek yaşı, askere alındı. 

 Abisi Mehmet şirin  bir kızgınlıkla çoluk çocuğunu alıp  Anadolu’nun başka bir kentine gitmişti. Yıllardır yok bir haber. Öldü mü kaldı mı bilen yok. 

Kardeşi Selami ise yarım insan . Sara hastalığı yetmezmiş gibi , bir böbreği  de alındıktan sonra  kendi başına bırakılmaz durumda . Gider bir yerlerde kalır öylece. Zaten pek akıllı da sayılmaz ya.. 

Avlu kapısının hemen sağında, tuvaletin yanında ,avludaki diğer odalardan nispeten daha büyük olan, içi içe iki odadan müteşekkil odada  Samet, anne –babası ve kardeşiyle kalıyorlardı. Hem zaten ev de onlarındı. Zamanında köyden gelip te babası almıştı bir şekilde. Zaman içerisinde kızlar evlenip gidince, Mehmet şirin de alıp başını bırakınca onları, küçülmüşlerdi işte öylece aile.  

Odalar yetiyordu yetmesine onlara ama, olur ya bazen köyden misafir filan gelirse iç odayı da kullanırlardı. Hem biraz katkı olsun, hem de yalnızlık çekmesinler diye  avludaki diğer odalara da kiracı almışlardı.  

                                       

  

​ 

  

                               

 

Hanifi

 

“Makbule abla, sular aktı. Kapları  doldurmayacak mısın kııız ?” 

Makbule  her sabah olduğu gibi bu sabah ta  kalkmak istemiyordu. Uyanıktı ama, istemiyordu işte. Bu gün bir kırıklık, bir ağırlık  vardı üzerinde. Bu gün günlerden neydi acaba? Allah vere de tatil ola. Kızların okulu yoksa ben de biraz daha uyurum “ diye düşündü gözlerini açmadan.  

Bu arada Hanifi uyanmış, tabakadan sigara sarıyordu. ”Sabah sabah zıkkımlanmasa olmaz “ dedi içinden  Makbule. Hanifi  yakıp sigarasını, derin  bir nefes alıp, geri uzandı yatağa. -Yakacaksın bir gün bizi yatakla beraber  ama, bakalım ne zaman. Dedi makbule.  

-Daha yatacak mısın  sen tembel kadın?” diye takıldı Hanifi. 

Üçüncü bebeği geldi gelecek Makbule’nin. Gizli gizli korkuyordu aslında. Ya bu da kız olursa diye. 

 Gerçi Hanifi’nin pek şikayeti yoktu iki kızı var  diye. Varsın bu da kız olsun . Ne değişecekti ki. Oğlan olsa iyi tabi de, ne fark eder ki.  

Farketmez mi  gerçekten? Yoo. Ne fark eder ki . Nah fark etmez. Tabi ki de fark eder. Oğlun olacak be. Olsun .Hem malım  mülküm, han hamamlarım mı var ki bırakacak. Nasılsa kocaya varıp, iyi kötü geçinip gidecek kızlar. Ama oğlan öyle değil ki. Dal daşak kalacak çocukcağız uluorta. Sonra gelsin  tükürsün mezarıma öyle mi. Yok ya. Tükürür mü.  Tükürür tabi  ne sandın . Tövbe tövbe. 

  

Bir iş hanının çaycılığını yapıyordu Hanifi. Sabah erkenden, akşam han kapanana kadar, çaydı, kahveydi, ıhlamur filan işte.   

Ha bir de Hamdi bey vardı handa. Günde bir nargile içerdi Hamdi Bey. Saat öğleden sonra üç oldu mu ,nargilesi hazır olmalı. Kızar bir de ağzında bir şeyler geveleyerek, ne dediği anlaşılmaz. İyi adamdı özünde. Kızar mızar ama, giysiydi, ufak tefek harçlıktı, yardımcı oluyordu Hanifi’ye.  

Fena değildi handa işler. Geçinip  gidiyorlardı. Çocukları da okutmaya çalışıyorlardı. “Büyüğü öğretmen, küçüğü doktor olacak “derdi hep.”Bu memleketin önce öğretmene, sonra doktora ihtiyacı var Makbule Hanıııım!”  derdi bilgiç bir ses tonuyla ”Biz okuyamadık , onlar okusun bari…” 

“Kızlar Okusun okumasına da , üçüncüsü de kız olsun, sen de canına oku Makbule’nin” “Okur mu kıııız?” .”Okur tabi. Bakma şimdi öyle böyle dediğine” “Yok kııııız okumaz” “sen öyle san” “Yok yok okumaz be !.Sever beni Hanifi.”…Tabi tabi ! Sen öyle san “ ”Erkek Milleti Makbuleee! “ 

                              

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Adem

 

Adem, kırklı yaşlarda, Uzun boylu, iri yapılı, pala bıyıklı, görenler pehlivan sanırdı.  

Ama kalıbına ters bir ses tonu vardı Ademin. Dışardan ne kadar azametli görünüyor sa, sesi de o kadar zayıf ve inceydi. ” Çocuklar korkmasın diyedir belki” derdi gülerek . Her kesi sever sayar, hele çocuklara  bayılırdı. 

 Avlunun hamallık işleri oldu mu , Adem amca ne güne duruyordu. Avludakilerden de ücret alacak değildi ya. Demlice bir çay, ve kocaman bir gülümseme yeterdi. Şapkasıyla gizlediği, tepeden iyice açılan ve çoğu kırlaşan saçlarıyla  gören el libeş altmış  derdi. Köyden geleli yıllar oldu. Yapabildiği tek iş hamallıktı. Şikâyetçi de değildi hani. Rızkı neyse peşinden gidiyordu işte. Sakine’yle geçinip gidiyorlardı.İnsanlar isimlerine çekermiş derler ya. Sakine o kadar sakin ve sessizdi ki ismi gibi. 

Yıllarca bir çocuklarının olmasını beklediler ama olmadı işte. Gitmedikleri ziyaret, yaptırmadıkları muska kalmadı. Allah vermedi ne yapsındı . 

Onlar da kolu komşu çocuklarını kendi çocukları gibi belleyip, hasret  gidermeye çalışıyorlardı. 

  

  

​ 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Dede ve Nine

 

Salih dede ,gece yarısı namazı için abdest almağa gideceği sırada, altmışını çoktan geçmiş  Hatun Nine , ihtiyarın abdest suyunu   ılıtmak için, söylene söylene   yatağından doğruldu.  

Kalkmasa  da zaten huysuz ihtiyarın gürültüsünden uyuyamazdı. Oldu olacak iyilik bende kaslındı onun yaptığı. 

Yılların verdiği eskimişlik, ve belki de ilk kalayından sonra kalay görmemiş bakır ibriği alıp, senelerdir topukları nasırlanmış ayaklarının derdini çeken, rengi belirsizleşmiş naylon terliklerini hafif sürterek, uykusunun çoğunu yatakta bırakmış halde , söylene söylene avlunun diğer ucundaki tulumbaya ulaştı. Avlunun kedisi, duyduğu ses üzerine, dış kapının oralardan yılışarak nineye yaklaştı. Ninenin ayaklarına sürtünmek istediyse de sert bir “pışt!” sesiyle  bozularak yerine döndü.  

Tulumbanın kolunu her indirip kaldırışında, boğulacakmış gibi ses çıkarmasına bile kızacak kadar sinirliydi Hatun Nine.  

İbriği doldurup dönüyorken odalarına, bitişikteki odadan  sesler duyar gibi oldu. .Önemsemediyse de önce, kulak kabarttı konuşmalara. Pek bir şey anlamamış olacak ki, ”Bu saatte ayakta mı  bunlar” diye mırıldanıp yürüdü. 
”Karı- koca yılışıyorlardır” “Banane’ydi”.. . 

  

Odalarına varınca ,bu kez Salih Dede söylenip duruyordu. ”Suyu Dicle’den mi  getiriyorsun kadın?” ”Namaz vakti geçecek hala abdest alamadım “. Cevap vermeye gerek bile duymadı nine.  Her gece yaşananlardandı bu da. Bir ömür hep böyle geçmişti zaten. Biri söylenip durur, diğeri alttan alır, duymazdan gelir , cevap vermezdi. 

Küçük tüp ocağının başına çömeldi nine. Kibriti bulmak için bakındı sağa sola . Sonra buldu koyduğu yerden. Birinci  çöpünü yakamadan kırıverdi. İkincisinde yandı kibrit. Küçük tüpü  yakıp koydu üstüne bakır ibriği .” Sıcak su da olmazsa abdest  almazmış.  Pöh”  diye söylendi içinden. 

  

  

  

​ 

  

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Lenger

 

“Bıktım bu kokudan her gün her gün be! Yapacak başka iş bulsan ya !” 

“Tabi tabi. Paşa çağırdı beni geçen gün. Gelsin de danışmanlığımı yapsın demiş”. ”Eğlenme benle Lenger. Vallahi bıktım artık” “Heee! Ben çok mutluyum canım!” 

Dağda keçi güderken kayalıklarda keçi gibi hareket etmek zordur. Keçi gibi düşünebilirsin ama, hareket edemezsin. Seyithan daha küçükken keçilerle berber dağda kayalıklara tırmanmağa çalışırken ,bayağı yüksek bir yerden düşüp kırmıştı bacağını. O zamanlar öyle doktor filan da olmayınca köy yerinde, tahta, yumurta tedavisiyle bacağı düzelmedi. Sağ bacağı aksadı. Zamanla diğer bacağı gibi gelişim göstermeyip kısa kaldı. O günden sonra Seyithan’ın  adı oldu Lenger. Önceleri şikayet ettiyse de, zamanla o da alıştı herkes gibi ismine.   

Hemen dış kapının solunda kalan odada kalıyordu , eşi ve üç çocuğuyla Lenger. Çocuklarının  ikisi ayakkabı boyacılığı yapardı. Küçüğü zaten daha bebe. Seyithan köyde komşularının kızı Asya’yı kaçırınca, hem Asya’nın  babasından hem de kendi babasından bir destek almadığı gibi “gözümüz görmesin sizi.” Demişlerdi. ”Hangi cehenneme giderseniz gidin.…”Ve onlar da buradaki cennete gelmişlerdi. 

Lengerin karısı Asya belki de avludaki diğer tüm kadınlardan daha çalışkan, daha gayretliydi. Her kesin işine koşar, tüm çocukları kendi çocuğuymuş gibi sever ve ilgilenirdi. Kısacık boyuyla avluda bir o yan bir bu yana dolaşıp dururdu. Sanırsın  sabahın köründe zembereğini kurarlar, akşam her kes yattıktan sonra da bozarlar.  

Lenger  her sabah kalkar, belediye kesimhanesindeki kanalın temiz kalmasını sağlar, kesim bitene kadar kesilen hayvanların sakatatlarını temizler, pislikleri kanala süpürür, tüm işler bittikten sonra da, birkaç sakatatla döner gelirdi. kesimhaneden eve, evden kesimhaneye. Yıllardır ayni işte çalışmaktan koku alma duyguları kaybolmuştu sanki. Ama Asya  ise, yıllardır hiç alışamadı bu kokuya. Her akşam, aynı  şikayet, aynı şikayet. 

                                                 

  

  

  

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Son Gece

 

O akşam yine yemekler yendikten, avluda toplanılıp çaylar içilirken, Salih dededen biraz dini sohbet, Hanifi’yle Adem’in atışmalarından sonra , herkes her zamanki gibi odalarına çekildi. 
Tüm ışıklar birer birer söndü. Bir tek Sametlerin ışıkları sönmedi. Misafir filan yoktu sohbet ediliyor edilsin. Sabah erkenden kahvehaneyi açmağa gideceğinden her zaman her kesten daha önce uyurdu üstelik Sametler… 

Gecenin bir vakti Adem tuvalete gitmek için kalktı. Duvardaki ceketini aldı. Kollarını geçirmeden omzuna attı. Pijamasını düzelterek avluya çıktı. Tuvalet dış kapının dibinde bir yerlerdeydi. Aynı zamanda da Sametlerin kapısının  oradan geçmesi gerekiyordu.  

Ses çıkarmadan , içerden dışarıya kaçan solgun ışığa da yakalanmamağa dikkat ederek tuvalete ulaştı. Rahatladıktan sonra, tuvalete bir-iki  tas su döktü. Kalktı pijamasını çekti. Ceketini omzunda düzelterek çıktı.  

Sametlerin penceresinin önünden sessiz geçmeğe gayret ederek yürüdü. O sırada istemeden içerden gelen seslere takıldı. Bir an durdu. Yürümekle durmak arasında kararsız kaldı. Ama sanki kendi adı zikrediliyordu. Bir adım attı, durdu, tekrar geri aldı adımını. Sessizce pencereye yaklaştı.” Evlenmek”  “Oda ”  “Ademler… ”  “ Salih dedeler hiç ….”  “Kızın talipleri çokmuş…”  ” Babası haber  bekliyor…”   “Başka eve kiracı…..” 

  

Adem odasına nasıl vardığını bile fark edemedi. Yatağa çöktü kaldı.  

Yastığının yanındaki sigara tabakasına uzandı.Tabakayı ,kenarına bir iki parmak darbesi sallayarak açtı. İncecik beyaz, üzerinde arap harfleriyle silik mavi bir yazıyla, bilemediği bir arma ve anlamadığı bir şeyler yazan kağıt demetinden, parmaklarını ıslatarak bir tane kopardı. Sol elinin baş ve işaret parmağının arasına alıp, ortanca parmağını da alttan destek yaparak tuttu. Sağ elinin baş ve işaret  parmaklarıyla  bir tutam tütün alıp kağıda yerleştirdi. Her iki elinin işaret ve baş parmakları yardımıyla ileriye doğru yuvarladı. Tütün incecik kağıt içerisine serilmişti .Diliyle kağıdı hafif ıslatarak, sonra dil ve üst dudağı yardımıyla ıslattığı kağıdın kenarından hafifçe aldı. Kağıdı yapıştırdı. Sol eliyle sigarayı ağzına götürürken, hemen yastığın yanından aldığı muhtar çakmağını yaklaştırıp çaktı. İki çaktı, üç çaktı.   

Her çakışında oda anlaşılmayan bir ışıkla aydınlanıyor, sonra tekrar daha da karanlık oluyordu.  

Her çakışında duvarda canavarlar oluşuyor, kayboluyordu . 

 Dördüncü çakışında benzin alev aldı. Şimdi oda daha da aydınlıktı. Elinin gölgesi sağdaki boş, beyazı beyazdan çok sarıya dönüşmüş duvarı kirli bir aydınlığa çevirdi. Üst üste nefesler alarak cızgarasını yaktı. Çakmağı kapattı. Odadaki solgun, hasta ışık öldü. Yerini, Adem’in cıgaradan aldığı nefeslerle parlayan  ,parlamadan sonra adeta can çekişen  kırmızımsı, ama yaşamayan, ölü ama can çekişen ışıklar alıyordu. Birkaç saniye öylece yaşandı ışık yaşaması ve ölümü. Sonra tekrar, tekrar, tekrar. 

Sakine hafif kıpırdandı. Aslında o da uyumuyordu. Sakine sırtını dönmeden mırıldandı. 

-Hayırdır. Uyumadın yine. 

“Hayırdır” dedi adem içinden. ”Hayırdır” dedi .  

“Hayırdır” dedi içinden bağırarak. 

Düğümlenen boğazında tıkanan dumanı yutarak. 

” Hayırdır” dedi gözlerinin kıyısına yerleşip, düşmemek için sıkı sıkıya kirpiklerine tutunan gözyaşlarına bırakarak. 

Hayırdır” dedi içinden , sigarasından nefesler alıp ciğerlerine yüklenerek. 

”Hayırdır” dedi içinden , yumruklarını sıkarak. 

”Hayırdır” dedi içinden sessizce ağlayarak .   

“Hayırdır “ dedi sessizce  tütün tabakasına uzanarak… 

                                                           

  

  

​ 

Son Gecenin Sabahı                          

  

O günün sabahında komşu avluda oturan kadınlardan biri söylemişti Sakine’ye. Sakine de Adem’e nasıl söyleyeceğini düşünüp durmuştu gün boyu .Kıyamamıştı Adem’ine.  Ancak  üçüncü sigaradan sonra anlatmıştı Adem’e .  

 Samet’in evlenmeme sebebi, avluda boş oda olmamasıydı. Bulundukları odaya anne baba kardeş zor sığarlardı. Bir de gelin getirip nerde yatıracaktı. Günlerdir hem anne babasının baskıları, hem de kızın babasının dayatmaları, Samet’i iyice bunaltmıştı.  

Akşam pencereden dinlerken, demişti zaten Samet “Yapma baba.”demişti .”  Ben şimdi avludan kime çıkın diyeceğim.” demişti.” Nereye gidecek bu insanlar ?”demişti. “Yapamam” demişti. “Siz de kimseye çıkın demeyeceksiniz” demişti “ o zaman tümden evlenmem, çeker giderim “ demişti. 

 

Sabah avlu her zaman ki gibi erken saatlerde hareketlenmişti.  

Kadınlar Erkekleri işe yollayıp, çocukların da karınlarını doyurduktan sonra, avluyu süpürme, tuvalete su dökme, kapı önündeki çöpleri toplama işine giriştiler.  

Avludaki eksikliği ilkin Lenger’in karısı  Asya  fark etti.  

“Sakine Abla yok kııız. Hasta mı ki acaba ?”  

 “ Adem Abi’yi de görmedim sanki bu sabah  “  

Önce fazla önemsenmediyse de sonra iyice meraklandılar… 

 

Odalarının kapısı tıklanıp seslendilerse de, bir yanıt alınmadı. Odanın kapısını açtıklarında, ne Adem ne karısı sakine ne de kendilerinden arta kalan bir şey vardı  tek göz odada…  

Sanki Adem ve Sakine bu odada hiç yaşamamışlardı.  

Sanki Adem ve Sakine bu avluya hiç gelmemişlerdi. 

Sanki bu oda., Samet evlensin diye yıllardır boş kalmıştı… 

O günden sonra hiçbir yerde ne Ademden ne de Sakine’den bir haber Alınamadı. 

 Ne Adem ne de Sakine hiçbir yerde görülmediler… 

Ve Samet yıllarca avluda  boş oda yok diyerek  hiç evlenmedi. 

bottom of page