top of page

     

     İTİN DİLİ

  ​

     Aylarca alçılar ve acılar içinde yatak döşek yattı. 

O yatarken yatak döşek alçılarla,ve acılarla, karısı Nafiye ,köpekleriyle beraber davarlara baktı bir süre. Nasılsa Hamza  iyileşir, kalkar, tekrar geçer davarların başına. 

Hamza git gide iyileşeceğine daha da kötüleşiyordu. Doktora gitmeyi gerektirecek bir şey değil demişti sofi Nedim. Zaten kasabaya gitmek gelmek ayrı bir eziyet. Köydeki sofi Nedim sarıp sarmalamıştı bildiği otlarla. Okuyup üflemişti bir de, bir sürü dua eşliğinde. Önemsiz bir kırıktı dediğine göre. 

Önemsiz bir kırık demişti ama, her gün daha da  kötüye gidiyordu Hamza’nın durumu. Nefes alınca, sanki ciğerlerine bir şeyler batıyordu. Anlaşılan kırık sadece ayakta değildi. Kaburgalarda da bir sorun olmalıydı. Artık tamamen yataktan kalkamıyordu, her şekilde yatağa çakılmıştı. 

Derken bir gün Hamza'nın selası okundu. Köylüler normal bir şeymiş gibi, yıkadılar, sarıp sarmalayıp kefene, kılıp namazını cenazenin, ve defnettiler köyün karşısındaki mezarlığa. 

Sanki hiç yokmuş gibi Hamza.  

Daha geçen sene çoban olarak gidip aramışlardı köy köy, kasaba kasaba ,bulup getirmişlerdi, Karısı Nafiyeyle, sırtlarında bir döşek bir yorganla. Nereden bulmuşlardı, nereden getirmişlerdi hatırlayan bile yoktu sanki koca köyde.  

Dağın yamacındaki sarp yerde doğum yapan keçiyi yavrusuyla kurtarmaya inerken düşüp yaralanmıştı Hamza. Bırak keçiyle yavrusunu, kendi de mahsur kalmıştı saatlerce. Sonra sürünün geciktiğini fark eden köylü aramaya çıkmıştı da , zor yetişmişlerdi Hamza’ya. Karga tulumba getirebilmişlerdi köye. Sonrasında da kırıkları, yaraları filan derken, kalkamadı zaten yataktan. 

​ Sonra köylü başka bir yerlerden başka bir çoban bulup getirdi. Ama Nafiye'ye de ilişmediler. Zaten kaldığı ahır damı gibi bir yer. Çıkarıp ta nereye göndereceklerdi kadın başına.  

  Kocası öldüğünde birkaç aylık hamileydi Nafiye. O da farkında değildi önceleri hamileliğinin. Köyün Lele bibisi fark etmişti çeşme başında davarları sularken. 

-Bebek var sende kızım. Demişti kulağına eğilerek. Büyümüş baksana karnın. Hem de oğlan bu karnındaki. 

 Önceleri bir anlam verememişti Nafiye bu işe. Gençti, ne yapacağını bilmezdi. Annesi, babası, yakını birileri de yoktu ki başında. Çocuk sayılırdı hem daha. 

      

      Kocasının ölümünden sonra, bebeğinin  de ölü doğması Nafiye için tam bir travma olmuştu. Ne yapacağını, ne edeceğini bilmez durumdaydı. Hiç kimseyle tek kelime etmez, kimseye gitmez, kimseyi eve almıyordu. Kapıdaki it te, eve kimseyi yaklaştırmıyordu.iSadece  köyün ebesi ve en yaşlılarından Lelé  Bibi’ye karşı koymazdı. Lelé  bibi her gün düzenli olarak yiyecek bir şeyler götürür, göz kulak olur, kollardı. Açlıktan ölmesinden veya kendine kıymasından korkuluyordu. Bir ölüden farksızdı zaten kadıncağız. 

Bu durum aylarca devam etti. 

 
Günlerden bir gün Nafiye evden çıktı. 

Köyde haber oldu. 

Duyan kapıya koştu. 

Çocuklar damlara tünedi. 

İtler uludu. 

Nafiye  her gün aynı saatte evden çıkar, köylü kapıya  koşar, çocuklar  dama tüner, gözler Nafiye’yi izlerdi. 

Nafiye  , yanında itiyle beraber ,iki sokak ötedeki köy çeşmesine gider, güğümleri doldurur, eve varır, leğene Hamza’sının gömleğini  koyar, yıkar, ipte kurutur, kuruyunca tekrar yıkar, tekrar kurutur, tekrar iki sokak ötedeki çeşmeden güğümleri doldurur, eve varır, leğene Hamza’sının  gömleğini koyar, yıkar, kurutur, kurutur, yeniden yıkardı. 
 

     Bu durum , günlerce, haftalarca ,aylarca sürüp gitti. 

Kimse artık Nafiye'yi görmedi, köyde haber olmadı. Duyan kapıya koşmadı. Çocuklar dama tünemedi. İtler ulumadı.  
Ama Nafiye, hiç aksatmadan, ibadet eder  gibi her gün  çeşmeden su, leğene gömlek,  gömleğe sabun, “ Gömlekteki leke çıkmıyor Hamza . çıkmıyor…”   

O sabah Nafiye yine erken kalktı. 

Bulabildiği tüm giysilerini sırtına geçirdi. Kendi eliyle ördüğü yün çoraplarını giydi. Daha bu köye  gelirlerken Hamza’sının aldığı ve şimdi rengi grileşen tarabzan ayakkabılarını ayaklarına geçirdi. 

Büyük bir özenle, büyük  ve önemli bir işe gidercesine  ,kendi elleriyle kenarlarını kırmızı boncuk işlediği  tülbendini  yine büyük bir özenle başına bağladı. Bordo renkli şalını köşegenlerini kavuşturup büyük bir üçgen şekline getirerek omuzlarına geçirdi , Güğümleri alıp iki sokak ötedeki köy çeşmesine  doğru yola çıktı. Bir itler uyanıktı koca köyde, bir Nafiye. 

Köy daha yeni uyanıyordu.   Sabah namazı için camiye doğru giden cemaat, sabah suyunu içirmek , ve havalanmak için ahırlarından bir süreliğine salıverilen davarlar,  ötüp ötmemeğe karar vermeyen  horoz. 

       Nafiye  ,havadaki dondurucu soğuğa, ayaklarındaki rengi belirsiz  trabzan ayakkabısına, ıslak  çoraplarına, cemaate, horoza ,etrafı kör edici  beyazlığa ,  tipiye , ve dili dışarıda soluyan ite  aldırmadan , nefes nefese , diz boyu kara bata çıka yürüdü. 

İki sokak ötedeki köy çeşmesine vardı. Islanıp buz tutan zemine dikkat ederek, borusu soğuktan sarkıtlaşmış musluğa doğru güğümünü uzattı. Güğümüyle sarkıtı kırıp, musluktan ılık akan suyun altına koydu. Yanındaki ite döndü. İtin ağzından buharlar çıkıyordu. “sen de mi üşüdün?” diye mırıldandı. 

Duymadı it.. 

Duymadı su. 

Duymadı çeşme, 

Duymadı kar.                                        
Köy duymadı, Mezarlık duymadı dediğini.   

”Hamza’m üşür şimdi orada”, dedi sessizce, mezarlığa bakarak. 

İkinci güğümü de doldurduktan sonra , geldiği yerden, izlere basa basa, tipiye karşı koya koya, ayağında ağırlaşan lastik ayakkabıya, ayakkabıdaki  ıslanan çoraplara , yanında peşi sıra gelen ite aldırmadan , yürüdü. Eve geldiğinde hemen leğeni kapı arkasından aldı, Hamza’sının gömleğini leğene koyup, güğümdeki suyu yavaşça leğene akıttı. Sabun diye bahçe duvarından kopardığı taş parçasını sürterek gömleği yıkamaya başladı. Yıkadıkça soğuk sudaki sabun direniyor, köpürmüyordu.  

Yıkadığı gömleği , sıkıp ipe serdi. Serdikten sonra yeniden leğene koyup, Çeşmeden alınan ılıklığı yok olan güğümdeki sudan leğene boşalttı. Köpürmemeğe inat eden sabunla yıkamaya devam etti. 
“Leğendeki bu bıçaklar da ne ?.”  

 “Parmaklarım mor muydu benim? ”. 

Bu itin dili neden mor? Soludukça daha da morardı mı ne ?”  

“Leğende, yıkadıkça keskinleşen keskin bıçaklar.” 

“Ellerim Hamza’m “ .  

“Gömleğinde hala kir“ 

“ Yıkayamadım Hamza’m” 

 “Su, gömlek, mor, kan, it” , 

”Bebek ölü doğdu Hamza’m”  

 

 

“İtin dili hala mor.                                                          .                                                                                                                      
Su morardı. 

Gömlek morardı. 

Leğen morardı. 

“Bu itin dili hala mor, ve itin gözleri neden bu kadar iri, ve neden it hala salya soluk ?” 
Sonra bir gün, evden çıkan olmadı. İki sokak ötedeki köy çeşmesinden su taşınmadı. İpteki gömlek leğene konmadı. Leğendeki gömlek yıkanıp ipe serilmedi… 
Köyde olay oldu . 

Duyan kapıya koştu. 

Çocuklar damlara  tünedi. 

İtler uludu…. 

Tek göz evinin kapısını açtıklarında, leğenin başında, Hamza’nın lime lime gömleğiyle öylece cansız yatıyordu.                                  
İtin ağzından salyalar akıyor , ve  dili mosmordu. 

bottom of page